Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 36,5088 | 36,5746 | |
EURO | 39,7755 | 39,8471 | |
SEFER AKSU
Rize ili İkizdere ilçesi İlica köyü nüfusuna kayıtlı olan Sefer Aksu Şaboğlu akrabasına mensuptur. Babasının adı Hüseyin, Annesinin adı ise Hatice olan Sefer Aksu’nun yukarı doğru İsmail Dedeye kadar ulaşıla bilinmektedir. Yanı; İsmail oğlu Hüseyin, Hüseyin oğlu Sefer olarak tespit edilebilmiştir.
Sefer Aksu’nun dedelerinden olan İsmail dedeler dört kardeşti. Kardeşlerinin isimleri ise; Molla Yahya, Molla Ahmet, Muhammet ve Hacı İsmail’dir. Asıl evleri Büyük Cami Mahallesinde, Afunya’da idi. Kavrak Osman ve Topal Ali (Behram ağa)nın evi olan ve halen oğlu Hayruddin’in oturmakta olduğu evin yanında büyükçe bir evleri vardı. Nüfus kalabalıklaşınca. Hacı İsmail Kardeşi Muhammed’i yanına alarak, önceleri mezra olarak kullanılmakta olan Aşeki Vanenin, dereye yakın en alt kısmında, şimdiki yere yerleşmişlerdir. Muhammet dedenin soyu; Hakkınınkiler diye bildiğimiz, Hakkının Hasan, Hakkının Dursunalı’lardır.
Hacı İsmail dedenin oğlu Hüseyin, Hüseyin’in oğulları ise: Sefer, İsmail, Ali (Üvey) ve Osman’dır. Mezar taşında, Doğum tarihi 1332 olarak yazan sefer dede 1998 tarihinde vefat etmiştir. Seksen yıllık bir ömür süren Sefer Aksu, tarihler göz önünde alındığında Osmanlı İmparatorluğunun son devreleri ve Cumhuriyetin ilk devreleri olduğu anlaşılmaktadır. O zamanki yaşam şartlarını, durum ve ahvali hakkında daha önceki yazılarımızda bolca bahsedildiğinden, tekrara düşmemek açısından fazla değinilmeyecektir.
Bu yazımızın konusu Sefer Aksu olmakla birlikte, kardeşleri hakkında da kısa bir malumat arz etmek isterim.
Sefer Aksu’nun kardeşlerinden İsmail Aksu’nun çocuklar: Nejmi, Hamdi, İlame, Nezire ve Refike’dir. İlame; Süleymanoğullarından Murat’ın Ömer ile, Nezire; Kafkame(Gündoğdu Mah.)den Ahmet Karagöz ile, Refike ise Homeze (Demirkapı)’den Ekşioğlularından birisiyle evlenmiştir.
Sefer Aksu’nun üvey kardeşi olan Ali’nin annesi, Niyazi’nin Fazlı, Niyazi’nin Hamdı olarak tanıdığımız Niyazı dedenin halasıydı. Zürriyeti hakkında fazla malumat sahibi değiliz (bilgi akışı oldukça ilave edilerek güncellenecektir.)
Sefer Aksu’nu diğer kardeşi olan Osman’ın çocukları: Hüseyin, Nazmiye, Hamdiye, Ayşe ve Eminedir. Nazmiye; Rasim’ın Nazir ile, Hamdiye; Zelkif’in Alaaddin ile, Ayşe; Hayrullah’ın oğlu Mahmut ile, Emine ise Homeze (Demirkapı)den evlidir.
Çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşmakta olan Sefer Aksu’nun bilindik bir gurbet hayatı yoktur. Şehriban nine ile evli olan Sefer Aksu’nun dört çocukları dünyaya gelmiştir. Bunlar; Selahattin, Dursun Ali (Nüfus Müdürlüğünde sadece Ali Aksu olarak kayıtlıdır.), Aliye ve Halis’tir.
Sefer Aksu’nun oğlu Selahattin iki veya üç yaşlarında iken bilinmedik bir hastalık neticesinde vefat etmiştir.
Halis Aksu; Dünyayı kasıp kavuran, bütün insanlığı etkisi altına alan ve sayesinde yaptırılan aşı’lar neticesinde daha uzun yıllar adından söz ettirecek olan “KORONA”, diğer bir adıyla da “COVİD 19) hastalığı neticesinde vefat etmiştir. Dünya geneline yayılan COVID-19 salgınının Türkiye’de tespit edilen ilk vakası Sağlık Bakanlığı tarafından 11 Mart 2020 günü açıklanmıştır. Ülkemizde virüse bağlı olarak ilk ölüm ise 15 Mart 2020’de gerçekleşmiştir. Bu illet hastalık neticesinde aramızdan ayrılan Halis Aksu, İstanbul ili Silivri İlçesinde metfundur.
Sefer Aksu’nun tek kızı olan Aliye Aksu; evliliğinden (5-6 yıl) kısa bir müddet sonra Dere’ye düşmek suretiyle vefat etmiştir. Adına destanlar yazılmış olan Sefer Aksu’nun biricik goncası, biricik gülü Aliye Aksu sadece Anne Babasını değil çevresinde kendisini tanıyan herkesi yakmış, hüzne boğmuştur.
Sağında ve solunda korkulukları olmadan iki Kızılağaç’ın veya çam ağacının Derenin üzerine uzatılarak yapılan bir köprüden önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Eski zamanlarda bol miktarda kar yağardı. Yağan karların boyu; köylerde Bir buçuk, iki metreyi, Yaylalarda Dört, Beş metreyi bulurdu. Yaz aylarında erimeye başlayan bu karların Derelerde oluşturmuş olduğu Debi’yı tarif ederken, özelliklede Mayıs ayında oluşan Mayıs Deresinin; “Dallardan kuşları kapıyor”, “Köprülerden silik veriyor” gibi çeşitli deyimler kullanılırdı. Derenin kabarmış olduğu bu zamanlarda, değil dereye yaklaşmak, uzaktan bakmak bile insana ürperti veriyordu.
İşte böyle bir Mayıs ayında İneklere yaprak yapmak ve orada bulunan bağ, bahçeyi çapalamak üzere “Sariyeçel”e geçmek için Dere üzerinde kurulmuş olan böyle bir köprüden geçmek zorunda olan Aliye yengemiz kendisi, kaim validesi, 3-4 yaşlarındaki kızı ve 5-6 yaşlarındaki yeğeni ile birlikte Sabah’ın erken saatlerinde bu köprüden geçerek "Sariyeçel”e gitmişlerdir.
İmamlar mahallesinin karşısında, Homeze (Demirkapı) köyünün yamacında bulunan “Sariyeçel” Rasim Dedenin mezrasıydı. Bu Mezrada Rasim Dedenin oğullarından Hamza’nın ve Nazir’in “Maran” diye adlandırılan Mezra evleri mevcuttur. Ormanla bitişik bir vaziyette olan Sariyeçel’de bol miktarda yaprak bulunmakta idi. İneklerin severek yediği ve özellikle süt veren ineklerin sütlerinin artırmasına vesile olan yaprak yapmak ve mevcut bahçede çalışmak üzere Aliye yenge ve beraberindekiler ile birlikte Sariyeçel’e giderler.
Derenin iki kenarının birbirine en yakın olduğu bir mevkide yapılmış olan yukarıda bahsi geçen köprü Sariyeçel’e ulaşımın sağlanabildiği tek yoldu. Bu gün üzerinde; demirli, betonharme ve korkuluklu olarak yapılı bulunan, azgın suların vurup geri çekilmek zorunda kaldığı, belki parçalanarak üzerinden atlamak zorunda kaldığı veya duraksayarak altından geçmek zorunda olduğu bu köprü; 1990 yıllarında o zamanlar Erzincan Valisi olarak görev yapmakta olan Rahmetli Recep Yazıcıoğlu tarafından yaptırılmış olan “Başbağlar” köprüsü gibi tarihe acı bir vaka ile tanıklık yapmıştır.
Genellikle yaz aylarında mezralara ulaşmak için yapılmakta olan bu tip ahşap köprüler zaman zaman odun veya “Yaprak” yapmak için da, derenin uygun yerlerinde kurulmaktaydı. Köprüler; bilgi ve birikimleri olan mahir ustalar tarafından yapılmaktaydı. Köprünün kurulacağı yer olarak seçilmiş olan, Derenin iki yakasının birbirlerine en yakın olduğu yerler önceden tespit edilir ve karar verilirdi. Köprü için kesilecek ağaçların boyutları, ip veya halat yardımıyla ölçülerek ağaç tespiti yapılırdı. Bu ağaçlar genellikle kızılağaç olmakla beraber, bazen de çam ağacı olurdu. Ağacın kalınlığına göre gerekirse ortadan ikiye bölünürdü. Kesilen ağaçların dalları iyice kökünden budanarak, eskiden balyoz ve odun çiviler (daha sonraları Demir çiviler), veya balta yardımıyla ortadan ikiye bölünürdü. Bu işlem ağaç kesme motorlarının çıkmasıyla kolay yapılır hale gelmiştir. Köprü için ormanda hazırlanan ağaçlar, o zamanlar adına “eğerat veya eğratlık” denen imece üsülü ile halatlarla çekilir veya omuzda, köprü yapılacak olan noktaya kadar taşınırdı. Karşı beri duran insanların birbirlerine halat atmaları ile bağlanan ağaçları suya kaptırmamak için gerekli planlar yapılırdı. Halat uçları, ya en yakın bir ağaca veya büyükçe bir taşa bağlanırdı. Bunların mümkün olmadığı yerlerde insanlar daha çok bir efor sarf ederek halata sımsıkı sarılırdı. Bu şekilde önceden belirlenen yere yerleştirilen ağaçlar taşlarla beslenirdi. İki veya üç ağaçtan oluşan köprü ayakları aradaki mesafesi ayarlanarak, her iki veya üç ağacı birbirine bağlayacak şekilde sıklıkla kollar çakılırdı. Bu şekilde inşa edilen ağaç köprüler iş bitiminde yerinden sökülerek uygun bir yerde, bir sonraki iş zamanına kadar korumaya alınırdı. Karların erimesi veya yağan şiddetli yağmurlar neticesinde çekilmemiş olan köprülerin suya kapılarak heba olması ihtimaline karşı iş bitiminde köprülerin çekilmesi bir zorunluluktu. Herkes köprü yapamaz, her yere de köprü yapılmazdı. Bu nedenle köprü yapanlar ve köprü yapıla bilinen yerler değerliydi.
İşte böyle bir Mayıs ayında, derenin adeta daldaki kuşu kapacak kadar çok kabardığı bir zamanda, biricik yavrusu, yeğeni ve kaim validesi ile birlikte sariyeçel’e giden Aliye yengemiz dönüş yolunda bahse konu köprünün yanına geldiklerinde, güneşli havada karların erimesiyle suların daha da kabarmış olduğunu görünce, kenar korkulukları olmayan köprüden karşıya sağ salim geçebilmeleri için kaim validesiyle konuşarak şöyle bir karara varmişlar. Öncelikle Aliye yenge yükü ile birlikte karşıya geçecek, daha sonra çocukları tek tek karşıya geçirecek ve en sonunda da kaim validesinin yükünü alarak birlikte karşıya geçmiş olacaklardı.
Aliye yengemiz yükü ile birlikte köprünün tam orta kısımlarına varınca bir anda köprünün sağ tarafından dereye düşüverir. Aliye yengenin dereye düşüş nedeni halen bilinmemektedir. Su henüz köprünün üzerine ulaşmamıştır. Ancak; Aliye yengenin: Başı mı döndü, ayağı mı takıldı, taşımış olduğu yükün dengesi mi bozuldu, bilinmiyor. (ALLah’u âlem).
Gözleri önünde, gelininin sulara kapıldığını gören kaim valide feryad’ü figan ederek, can havlıyla iki çocuğu kaptığı gibi köprüden beriye, yanı köy tarafına geçerek çocukları evlerine giden yoldan yukarı verir ve 5-6 yaşlarında olan çocuğa durumu haber vermesi için tembihler, kendisi dere aşağı koşmaya başlar. Kaim validenin feryadına; ağaçlar, taşlar ve kuşlar şahitlik eder, ancak elden ne gelir. İkizdere’den köye doğru gelmekte olan tanıdık bir kişiye rastlar, kısa olarak olaydan bahseder. Şahıs, derede suyun üzerinden giden yükü gördüğünü ve gördüğü noktayı söyler. Yapacak bir şey olmadığından yolundan geri dönmez. Kaim valide, aynı hızla dere aşağı koşmaya devam eder. Çocukların köye haber ulaştırmalarıyla, haber alan herkes, dere kenarına koşarlar. Duyan duymayana haber verir, İkizdere’den gelenlerinde katılımıyla vukuatlı köprüden Baraja kadar dere kenarları insan dolar. Aliye yengenin Barajdan aşağı geçme ihtimali Baraj nedeniyle pek mümkün gözükmediğinden, Barajdan yukarı her taşın altına bakılır, her yer didik didik aranır. Aliye yengenin cesedi; Baraja yakın bir yerde, derenin karşı tarafına, yanı Homeze köyü tarafına bir ağaç dalına takılmış olarak bulunur.
Bugünkü gibi; AFAT-JAK-PAK-UMKE gibi kuruluşlar olmadığından azgın Mayıs deresinden ceset almak kolay bir iş değildir. Cesedin bulunmasıyla bir nebze olsun ferahlayan insanlar bir araya gelerek bir plan yaparlar. Homeze tarafından cesedin bulunmuş olduğu noktaya inilir, ağaçlara sıkıca bağlanan halatların ucuna iki insan bağlanarak itina ile dereye indirilir, cesede sıkı sıkıya bağlanan başka bir halatın ucu karşıda, yol tarafında bekleyen insanlara atılır, cesedin takılı olduğu dal bir “nacak” yardımıyla kesilerek ceset karşı tarafa çekilmiş olur.
İnsan kapma hususunda Cimil deresinin vukuatı çoktur. Aliye yenge ne ilktir, ne de son olmuştur. Günler, aylar sonra bulunabilen cesetler olduğu gibi halen bulunamamış olan cesetlerde mevcuttur. Hadis-i şerifler ışığında, ulemanın beyanıyla biz biliyoruz ki; Suda boğulan, ateşte yanan, Sele kapılan ve depremde ölenler dünyalık şehittirler. Mevla’m çekmiş oldukları eziyetlerini günahlarına keffaret eylesin inşallah. Makamlarını Cennet eylesin.
Koşulan destanlarda ve yakılan ağıtlarda; Taze gençliğinin yarıda kaldığı beyan edilen Aliye yengemizin 7-8 aylık bir bebeğinin, küçücük Yusuf’unun da önceden vefat etmiş olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Dolayısıyla, kız olsun erkek olsun, buluğ çağına ermemiş çocuğu ölen anne ve babalar, sabredip ecrini Allah’tan beklemek şartıyla müjdelenmişlerdir. Allah’ın hükmüne isyan etmeyip rıza gösterme şartı ile yine hadislerden ve ulemanın beyanından biliyoruz ki; Buluğ çağına ermeden vefat eden çocuklar anne babaları için şefaatçi olacaklardır. Dünyada doyamadıkları anne babaları için “Ya rab! Biz dünyada anne babamızdan doyamadık, burada onları bize bağışla ve günahlarını af ederek bizimle birlikte onları da Cennetine koy.” O sabilerin dualarına bizde canı gönülden “AMİİİN” diyoruz. Mevla’m Aliye yengemizi, annesi, babası, eşi, dostu ve biricik yavruları ile birlikte Cennetine koysun İnşallah.
O zamanlar köyde “hayat” işte böle bir şeydi. Anlat anlat yine anlat. Ne anlatan muktedir olabilir, ne de anılar biter. Sefer Aksu, işte öyle bir zamanda dört yavrusundan birini, biricik yavrusunu, gonca gülünü Mayıs deresine kaptırmanın ıstırabıyla ömrünün sonuna kadar evlat acısıyla yaşamıştır. Evlat acısı çekmeyenler bu acının ne olduğunu bilmezler, bilemezler. Sefer Aksu’nun tek tesellisi, yavrusunun mürüvvetini görmüş olması ve yavrusundan geriye, kendisi gibi bir gonca gül bırakmış olması olmuştur.
Sefer Aksu’nun kızı Aliye yenge için o zamanlar Zeynulli oğlu Dursunalı Yılmaz’ın yazmış olduğu destanın tamamına ulaşılamamıştır. Ancak o zamanlar, her okunduğunda dinleyenleri hüzünlendiren destandan hatırda kalan kısmı şu şekildedir;
Dere getirdi beni, taktı çalıya
Bu taze gençliği, parktı yarıya
Ağlayın halime, tanıyan dostlar.
….
Gülay KATAR tarafından kaleme alınan ve Ayşe KATAR tarafından koşulan toplamda 57 kıtadan oluşan destandan iki kıtaya bu yazımızda yer vereceğiz. Çünkü Destan olağan üstü olayları öyküleyici bir yöntemle dramatize ederek dinleyicileri hüzne boğan bir şiir türüdür. Bizim yazılarımızdaki gayemiz; anmak, anımsamak ve hayırla yâd etmektir. Yaraları kaşıyıp kanatmak, acıları irdeleyip ağlatmak gibi bir niyetimiz yoktur. O zamanın yaşam koşullarını bu zamana aktararak yapılacak mukayeseleri okurlarımıza bırakıyoruz. Ayşe KATAR’ın yazmış olduğu Destan;
Köprünün üstünde sallandı başım
Çok aklıma geldi Annem, kardeşim
O vakıttan dedim, eyvah! Genç yaşım
Benim derdim gibi var mı yarabbi!
Yaz gelende biter çayir çimeni
Anam yüreğine koydum veremi
Durmuyor yaşları, ağlıyor beni
Benim derdim gibi var mı yarabbi!
….
Sefer Aksu’nun bu gün hayatta olan tek oğlu Dursunali Aksu (Bacanak) ya Rabbimden hayırlı ve uzun ömürler temenni ediyorum. Bacanağım olan Dursunali Aksu’nun Babasıyla yaşamış olduğu bir anılarını aktararak yazımıza devam edeceğiz.
Sefer Aksu “Hostoval” mezrasında bir ev yapmaya karar verir. Gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra usta olarak abisi Osman (Poço) usta ile anlaşır. Sefer Aksu oğlu Dursunali ve abisi Osman usta ile birlikte “Hostoval”a giderler. Evin taş kısmını yevmiye üsülü olarak yapacak olan Osman usta çalışmaya başlar. İşin hızlı yürümesi ve evin bir an önce bitmesi için baba oğul her ikisi de Osman ustaya amelelik yaparlar. Osman usta çok iyi bir ustadır ancak çok konuşmakta ve çok sigara içmektedir. Osman usta Oturarak sigarasını içmekte olduğundan zaman geçmekte ve günler ha bire uzamaktadır. Zaten yevmiye üsülü çalışan Osman ustanın acele etmek gibi bir derdi de yoktur. Kendisi de az çok işten anlayan Sefer Aksu işin ne zamana bitebileceğini az çok kestirebildiğinden günlerin uzaması Sefer Aksu’nun sınır katsayısını yükseltmektedir. Sürekli konuşması ve sık sık sigara molası veren abisine bir şey diyemeyen Sefer Aksu oğlu Dursunali’ya fırça atmaktadır. En sonunda duvarların nihayete ereceği gün zaman ikindi vaktine ulaşmış ancak, Osman ustanın sigara molaları nedeniyle işin bitmeme, ertesi güne kalma tehlikesini anlayan Sefer Aksu abisine saygıdan dolayı bir şey diyemediğinden yine oğluna yüklenir, maksat abisine işittirmektir. Kendisi duvara taş koyarken oğluna bağırır: “Ola Durdunali! Çabuk. Habu (b…yiyen) bugün bitecek.” Durumun vahametini anlayan Osman usta elindeki sigarayı derhal söndürerek işe koyulur ve o gün o işi bitirirler.
Çok renkli bir kişiliğe sahip olan Sefer Aksu, rahmetli Osman amcamile birlikte Kurtlar Yaylasında 15 - 20 yıl çobanlık yapmıştır. bütün işlerinde çok titiz ve çok temiz olurken, üst başında ve evinde de aynı titizliğe ve temizliğe riayet ederdi. Sırtından ot yükü veya sepeti eksik olmayan Sefer Aksu’nun üzerindeki elbiselerde bir kir, bir leke veya bir kırışıklık görmek asla mümkün değildir. Ütülü pantolon ve beyaz göleğiyle “ahırdan” ineklerin yanından gelen Sefer Aksu’nun gömleğinin yakasında bile bir kir veya bir leke görmek mümkün değildir. Ayakkabısının boyasından, pantolonunun ütüsünden ve gömleğinin yakasından tutun da yakasına takmış olduğu beyaz mendiline kadar çevresine ün salmış ve örnek bir kişiliğe sahip olan Sefer Aksu’yu gelecek nesillere anlatmak; yazarın çok abartı yaptığı veya sevdiğinden bu şekilde akıllarda yer etmesini sağladığı gibi birşeylerin akla gelmesi gayet doğaldır. Ancak Sefer Aksu’yu yakinen görüp, tanıma imkânına sahip olan şahıslardan sorulduğunda tam bir İstanbul beyefendisi olduğunun öğrenilmesi akıllarda oluşacak olan vehimlerin giderilmesine vesile olacaktır.
Sefer Aksu’nun; Yazın, Temmuz- Ağustos aylarında kavurucu bir havada, sıcağın altında Yaylaya giderken sırtındaki sepette veya çuvalda bulunan 40-50kg ağılığındaki yükün altında boyalı ayakkabı, ütülü pantolon, beyaz gömlek ve gömlek yakasına takmış olduğu beyaz çizgili mendilini o tarihlerde yaşayıp ta görmeyen bir Allah’ın kulu yoktur.
O zaman ki şartlarda, genellikle aynı mimarı yapıya sahip olan evlerde Sefer Aksu’nun evindeki tertip ve düzen gelen her misafir tarafından fark edilir, gelin olacak kızlara veya yeni gelin olanlara hayat dersi konusu olurdu. Evin içi ve dışı başta olmak üzere her tarafın tertemiz olması dikkat çekerdi. Terekte bulunan bardak, tabak, çanakların tertibi ve temizliği, kapıdaki odunların dizilişi, ateşliği ve kulluğu ile köşelerde asılması zorunlu olan elbiselerin tertibi ve düzeni göze çarpardı. Ev halkı tarafından veya gelen misafirler tarafından Oturmak için kullanılmakta olan iskemleler (Eskemi) bile işi bitince olması gereken yerlerde boy sırasını bozmadan belli bir düzen içerisinde dizilirdi.
Gerek ailesinde ve gerekse çevresinde kızmış olduğu zamanlarda ağzından olumsuz ögeler çıkmış olsa da genellikle beyefendiliği ile bilinen, sevilen ve sayılan bir şahsiyet olarak ün yapmış olan Sefer Aksu kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, kimsenin de, kendisinin etlisine sütlüsüne karışmasını istemezdi. Misafir perver, eli bol ve cömert bir kişiliğe sahipti. Laf taşımaz, dedikodu yapmayı hiç sevmezdi. Temiz yer, temiz giyer ve temiz yerlerde oturur, temiz insanlarla arkadaşlık yapardı.
Bu günkü gibi 1200 devirli Rowenta marka elektrikli süpürgesi yoktu. Buharlı ütüsü yoktu. Dokuz kiloluk çamaşır makinesi da yoktu. Benim sayamayacağım, sizin aklınıza gelebilecek kadar çok çeşitli deterjanları yoktu. Peki, o halde nedir bu temizliğin sırrı? Birincisi; kirletmemek. İkincisi ise, kirleneni hemen temizlemek, bununla birlikte de; temizlikten haz almak, temizlikten zevk duymak ve temiz ortamlarda oturmak.
Sefer Aksu’nun pantolonlarını nasıl ütülediğini bilmem ama rahmetli babamın ütü yapma şeklini izah edebilirim. Rahmetli babam; ta çocukluğundan, öğrencilik hayatına kadar ve hatta görev aldığı zamanlar bile çok gurbet hayatı yaşamıştır. Velkü ( Dereköy)de uzun yıllar İmam Hatiplik yapmıştır. Zaman zaman bizde yanına giderdik. Rahmetli babam yıkamış olduğu pantolonunu önce iki paçasını üst üste itina ile yerleştirir, sonra ıslak bezle uç kısımları iyice ıslatır ve akşamdan yatak ile peke (döşeme) arasına yerleştirirdi. Akşamdan yatağa yatıldığından oluşan baskı neticesinde pantolon ütülenirdi. Sefer Aksu’da aynı taktık ile mi ütü yapardı bilmiyorum.
Orijinal süpürgesi; çam dallarının uç kısımlarından belirli bir mesafeden kesiler 5-6 dalın üst üste konularak elde edilen süpürge olmakla beraber, zaman zaman Kazadan (İkizdere) ücreti mukabilinde satın aldığımız hepimizin bilmiş olduğu süpürge otundan elde edilen süpürgeler de bulunurdu. Satın alınan bu süpürgenin envanterimize giriş zamanını küçük yaşımda azda olsa hatırlıyorum.
O zamanların Çamaşır makinesini nasıl izah edeceğimi doğrusu pek kestiremiyorum ama kalemimi akışına bırakarak tamamen doğaçlama olarak, iyi anlaşılacağını umarak yazmaya çalışacağım. Çamaşırlar genellikle sürekli olarak akmakta olan suların altında, tokmak yardımıyla yıkanırdı. Sonraları icat edilmiş olan, naylon veya tenekeden üretilmiş olan teknelerin öncesinde genellikle kızılağaçtan, mahir kaşık veya kepçe ustaları tarafından yuvarlak veya dikdörtgen şeklinde imal edilmiş olan teknelerde çamaşır yıkanırdı. Deterjan olarak önceleri kül kullanılırken sonraları icat edilip envantere girmiş olan sabun kullanılırdı. O günlerde isminden dolayı değer verdiğimiz ve sıklıkla kullandığımız ve bugün Yahudi malı olduğunu öğrendiğimiz “HACI ŞAKİR” bir numaralı sabundu. Kilo ile satın alınır, filelerde ateşliğin başında kurutulurdu. Yıkama yapmadan önce sabunun kendisi yıkanıp beyazlatılır, sonra çamaşırları beyazlatması ve kirlerden arındırması için kullanılırdı.
Sefer Aksu yetmiş yaşlarında, geceleyin bir hasta ziyaretinden dönerken düşme neticesinde sağ kalça kemiğinin kırılmasıyla uzun müddet Rize’de, hastanelerde tedavi görmüştür. Neticede tam düzelemediğinden topal kalmış ve hayatını topal olarak tamamlamıştır. Bu haliyle bile yaşantısında topallık haricinde bir değişiklik olmamıştır.
Aynı mahallesinden olan ve rahatsızlığı nedeniyle bir müddet Rize Devlet Hastanesine yapmış olan Abdulli oğlu Şemseddin Yılmaz’ı Hasta hanede ziyaret edemediğinden, taburcu olduktan sonra evinde ziyaret etmek üzere geceleyin Abdulli’nin evine giden Sefer Aksu gece geç saatlere kadar oturup muhabbet ettikten sonra, evine dönmek üzere kalkar, dışarısı çok karanlık, ay ışığı da olmadığından, hane halkı tarafından kendisine verilen çıralarla bir müddet gittikten sonra çıraları yolda sönüverir. Geceleyin, anı ışık sönmeleri ile gözlerin karanlığa alışması azda olsa belli bir zaman aldığından, bu esnada ayağı boşluğa gelen sefer Aksu üst yoldan alt yola yuvarlanarak düşer.
Abdulli’nin evi İmamlar Mahallesinde İmamlar Camisinin tam üst tarafındadır. Şu an açılmış olan araba yolu o zamanlar yoktu tatbiki. Bilenler iyi hatırlayacaktır; patika olan bu yol, kimi yerleri odundan yapılmış olan basamaklı, kimi yerleri basamaksız, bazı bölgelerden daralan, bazı bölgelerden genişleyen, engebeli bir yoldu. Caminin Minaresinin Kurulu olduğu noktadan yukarı doğru alan bu yolun Camiye yakın bir kısmından hemen minarenin dibinden geçen araba yoluna düşmüştür. Yalnız olan Sefer Aksu’nun bağırmalarını duyarak gelen komşular tarafından önce İkizdere sağlık ocağına, oradan da Ambulansla Rize Devlet Hastanesine sevk edilmiştir. Hastanede bir müddet yatarak tedavi gören Sefer Aksu taburcu olmuş ancak sağ ayağında sakatlık kaldığından topallayarak hayatını devam ettirmiştir.
Sefer Aksu başta olmak üzere tüm geçmişlerimize Mevla’m gani gani rahmet eylesin.