Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 34,4372 | 34,4992 | |
EURO | 36,3826 | 36,4482 | |
YAYLADA KADINLAR
Karadeniz kadınları, Yaylamın kadınları, vefakâr ve cefakâr kadınlar. O elleri değil ayaklarının altları öpülesice kadınlar. Kelimelerin ve Sözlerin kifayet edemeyeceği, kalemlerin ve mürekkeplerin yazmakla bitiremeyeceği kadınlar. Ben sızı yazmaya muktedir değilim, biliyorum ama o zamanın devrinde benim gördüğüm ve sizin çektiğiniz eza ve cefaları, yavrularınızı yetiştirirken yaşamış olduğunuz duygularınızı ve durumlarınızı nakledebildiğim kadarıyla benden sonraki nesiller bilsin istiyorum. Yazmadan önce sizlerden özür diliyor, helallik istiyorum. Ölmüş olanlara gani gani rahmet, hayatta olanlara sağlıklı ve hayırlı uzun ömürler temenni ediyorum. Lütfen haklarınızı helal ediniz. Fatiha ve ihlaslarla selamlarımı arz ediyorum.
Yaylacı olarak genellikle yaşlılar veya kaynanalar Yaylaya yerleştirilirdi. Tekrara düşmemek için yokluk ve yoksullukta çekilen ezaları uzun uzadiye anlatmayacağım. Ancak bütün kap kacakların, bütün yiyeceklerin köyden yaylaya insan sırtında nakledildiğini hatırlatmak isterim. Yaylaya yerleştirilen nine eğer çalıya, çimene gidemeyecek kadar yaşlı ise bu ihtiyaçlarda gelinlerin veya kızların göreviydi. Burada eşine ve kardeşine yardımcı olan erkeklere de haksızlık etmeyelim. O zamanlar köyde veya yaylada işe yaramayan, atıl durumda olan ya delidir veya maluldür. Yoksa boş kalması olası değildir.
Yayladaki kadınlardan bazılarının anılarını arz etmeden önce akılda kalanlarını ismen zikretmek isterim. Keçeli Hasanın eşi Ayşe (Benim babaannem), Hakif’in eşi Atike, Zekerin saniye, Körrö’nün İbrahim’in eşi Safiye, Şefki dayının annesi Havva (Recebin Havva), Papayıneden Bayram’ın eşi Vesile, Bayramin kardeşi Cemal’ın eşi Cevriye, Efendinin Süleyman’ın annesi Mevayil ve eşi Nadire, Davut’un eşi Resmigül, Mutelif’ın eşi Elmas, Katalandan Dursunalı abinin annesi Resmigül, Süleyman’ın (tütünüm) eşi Sakine (Benin anneannem), Vaide’nin Hüseyin’in eşi Elmas, Katalandan Mehmet (eşi) Hatice (Munduk), Yayanın Memiş’in eşi Ayşe, Nacak Hasanın eşi Duriye, Aşeki vaneden Rizvan eşi Yosma, Rasımın Hamzanın eşi Havva (Kaimvalidem) Rasımın Osmanın eşi Fadime, Rasımın Nazır eşi Nazmiye, Fırılı Osman’ın eşi Fadime ve Ayşe, Feyizinin eşi İlmiye, Tepenin Memişin eşi Nazmiye, Hayrullah eşi Feride. (Mevla’m gani gani rahmet eylesin. Makamları ali, mekânları Cennet olsun İnşallah)
Yaylada kadınların ilk görevleri kadıları doldurmaktır. Kadı; içerisine kışın yenilmek üzere yağ, minci veya peynir doldurulan ahşaptan yapılı bir saklama kabıdır. Evdeki külfet ’in (yaşayanların toplamı) çokluğuna göre günlük erzak ihtiyacının fazlasıyla mevcut kadılar dolması için gayret etmek zorundadır. İhtiyaç için köyden gelenlerde bir kısmını alıp götürmesine rağmen sık sık kadılar kontrol edilirdi. Sağılan inek sayısı ve sütün durumuna göre göz kararı yapılan hesaplamada eğer kadıdakiler göze az gelirse dedikodusu yapılırdı. Vay efendim bizim yaylacının elinin hiç bereketi yok, bizim yaylacı bulduğunu yemiş, bu gidişle kadılar köye boş inecek, bakalım kışın ne bulup da yiyeceğiz diye söylenirdi. Böylelikle Yaylacılar ile Köycüler aralarındaki sevgi, saygı, güven ve itimat durumuna göre yapmış oldukları işlerle birbirlerini itham ederlerdi. Vay sen hiç bir şey yapmadın ben yaptım, sen bulduğunu yedin ben hep sirgedim (itinalı kullanmak).
Yayladaki kadınlar evdeki işlerinin yanı sıra hemen hemen her gün çalıya veya çimene giderlerdi. Çalı ve çimen için gidilen yerler; Cedak, oluklu suyun altı, Cazının sakızı, Çağırantaşın altı, Zuvanın altı, Mağara ve Persopanın kırtılıydi. Güneşli havalarda kan ter içerisinde, yağmurlu havalarda ise sırılsıklam su içerisinde eve gelirlerdi. Yüke gidenlere evdeki çocuklar en az yarı yola kadar karşı giderlerdi. Hava durumu ne olursa olsun Çocukların Annelerine veya Ninelerine karşı gitmeleri bir rica değil bir zorunluluktu.
Yaylada veya Köyde yapına başlıca yemekler: Lahana çorbası, Patates çorbası, Korkota çorbası, Pitoli çorbası, Hupı çorbası, Kabak çorbası, Kurı haşılı, Hoşmeri, Muhlama, Etmaaşı, Haşılı, Pirinç veya Bulgur pilavı, patates pilavı gibi yemeklerdi.
Lahana çorbası yapılışı: Bahçeden toplanan lahana yaprakları suda yıkandıktan sora kaynar su içerisinde kazanda bir müddet kaynatılır. Acı suyu çıkartıldıktan sora süzülür ve tekrar alabildiğince su ilave edilir. Daha sonra içerisine lobiya (Fasulye), varsa Eşşek lobiyası, içaa (iç yağı) ve isteğe göre biraz mısır unu veya korkota eklenip evin oturma kısmında femelelikte yanan ateşin üzerine, orkiden (Damdan) sarkıtılmış zincire asılan kazanda pişirmeye bırakılır. Kazanın büyüklüğüne göre eğer evde varsa sonradan çıkartılıp yemek üzere çorbanın içerisine Lavuz (Mısır) , kofı (Lahana kökü) veya ikiye ayrılmış Patates konurdu. Çorba ile birlikte pişen bu malzemeler çok lezzetli olurdu. (Ben tattım ondan iyi biliyorum.) Lahana çorbası tamamen pişip kenara alındıktan sonra kutali (çark) yardımıyla iyice vurulur. Kutali vurmadan da tüketilebilir. Kutalıyla vurulmayan bu yemeğe haşlama denir.
Patates yemeği Yapılışı: en basit olan patates yemeği, Patatesler soyulup dörde bölündükten sonra kuşbaşı doğranır, Kazanda yağ ile kavrulan soğanın üzerine dökülür, üzerine bir miktar fasulye konduktan sora bol miktarda su eklenerek pişirmeye bırakılır.
Korkota çorbası yapılışı: İki taş arasında bir vuruşla ezilen Lavuz (Mısır)ların bir kazana konarak üzerine biraz yağ eklenip alabildiğince su ilave edilerek pişirmeye bırakılır. Bir müddet piştikten sonra bir kutali (çark) yardımıyla içerisine biraz un ilave edilerek iyice pişmesi sağlanır. Bol sulu bu yemek afiyetle yenir.
Pitoli çorbası yapılışı: Aynen korkota çorbası gibi olan Pitoli çorbası sadece malzemesi normal lobiya veya Eşşek lobiyasıdır. Suyu bol malzemesi az olan bu yemekte lobiya (Fasulye) yakalamak denizde kaşıkla balık tutmak kadar zordur. Lobiya; içerisine daldırılan kaşıkların çıkarmış olduğu dalgalarla bir karşı kıyıya vurup geri dönmekte, bir beri kıyıya vurup ileri kaçmaktadır. Lobiyayi (Fasulye) kaşığı ile yakalayan kışı şanslı kışıdır.
Hupı çorbası yapılışı: Kışın köyde de sık sık yapılan Hupı çorbası; yazın yetişen ve içerisi çıkartılan lobiya kabuklarının kurutulup elde edilen Hupu’ların kazan içerisine konularak uzun zaman pişirildikten sonra içerisine biraz lobiya ve yağ eklenip bir müddet daha piştikten sonra afiyetle yenir.
Kabak çorbası: Önceden kabukları soyulan kabaklar kuşbaşı şeklinde doğranır. Doğranmış kabaklar ateş üzerinde kaynamakta olan kazana atılarak iyice pişirilir. İyice piştikten sora kenara alınan kazan kutalı (çark) yardımıyla mikser gibi karıştırılıp üzerine bir miktar süt ilave edilir. İsteğe bağlı olarak çorbanın içerisine normal fasulye veya eşşek fasulyesi ilave edilebilir.
Kurı haşılı yapılışı: Kaynamış su içerisine, ne çok kuru, ne de çok sulu olacak şekilde alabildiğince mısır unu eklenir ateş üzerinde bir tavada iyice piştikten sora üzerine eritilmiş tereyağı eklenir.
Hoşmeri yapılışı: Yeni çekilmiş kaymağın tavada ateş üzerine iyice kızartılır ve içerisine mısır unu eklenerek unun rengi değişinceye kadar bir kaşık yardımıyla karıştırılır. İyice piştikten sonra üzerine bolca peynir eklenir ve peynirler karıştırılmadan içe doğru kaşık yardımıyla bastırılır. Yemeğin içerisine konan kaymak yağ gibi tavanın üzerine göllendikten sonra bir müddet ateşin kenarında dinlenmeye bırakılır.
Muhlama yapılışı: Aynen Hoşmeri yapıldığı gibi yapılan Muhlama, sadece kaymak yerine tere yağ kullanılarak elde edilir.
Etmaaşı yapılışı: Etmaaşının en güzel yapılış tarifi Piryan Şükür’ün oğlu Veysel abide mevcuttur. Benim bilebildiğim kadarı ile ateşte kaynamakta olan suyun içerişine mısır ekmeği ince ince doğranır, iyice karıştırılıp ezildikten sonra üzerine biraz eritilmiş tere yağ ilave edilir. Adı etmaaşı olan bu yemeğe eğer evde varsa et veya sucuk ilave edilir iyice piştikten sonra afiyetle yenir.
Haşılı yapılışı: Ateş üzerinde tavada kaynamakta olan sütün içerisine yavaş yavaş karıştırarak beyaz un eklenir iyice piştikten sonra afiyetle yenir. Çocukların birinci besin kaynağı olan bu yemek büyükler için her zaman olmaz.
Pirinç veya Bulgur Pilavı yapılışı: Bugün bildiğimiz şekliyle yapılan Pirinç veya Bulgur Pilavı sadece tere ağından ve kap olarak da kazanda yapılmaktaydı. ( Az da olsa, Alüminyum tenceresi olanlarda vardı.)
Patates Pilavı: Önceden ateş üzerinde kaynatılıp, dağılma noktasında iyice pişirilen patateslerin suyu süzüldükten sonra bir kepçe yardımıyla iyice ezildikten sonra üzerine bol tereyağında kavrulmuş soğan ilave edilerek elde edilir. Bu yemek yağsız ve soğansız olarak toz şeker ilave edilerek de tüketilebilir.
Yaylada kadınlardan bahis açılınca ilk akla Zekerin Saniye gelir. Namı diyar “NANİYE” hala. Mevla’m gani gani rahmet eylesin, taksiratını af eylesin, makamını Cennet eylesin.
Her insanın mutlaka kendine özgü bir hikâyesi vardır. Naniye hala: Yokluk ve yoksulluk içerisinde hayatın ve yaşamanın anlam bulduğu, açlığını ve tokluğunu hiç kimseye belli etmeden bulunduğu hal üzere etrafına neşe saçan bir Osmanlı kadınıydı. Rahmetli Babam sürekli olarak “Elhamdülillah, ala külli hal” derdi. Yanı; “her halimle sana hamd ediyorum Ya ’rab”. İşte Naniye hala içerisinde bulunmuş olduğu durum ve vazıyete aldırmadan hayattan ve yaşamaktan şikâyet etmeyen, belki fazla dini bilgisi yoktu fakat tam teslimiyetle rabbine hamd eden bir kadındı.
Naniye hala kendisine has tasvirleriyle, genç kızların veya erkeklerin hal ve vaziyetlerine göre kendisine bu kız veya bu erkek nasıl birisi; Kız ise gelin olur mu? Erkek ise damat olur mu? Veya bundan adam olur mu? Diye sorulduğunda, eğer Naniye halanın notu kötü ise:” MANGAUŞKA” derdi. Yanı bundan bir halt olmaz.
Naniye halayı birisi kızdırırsa veya birisine bir şey söylediğinde söylediği şeyi yapmayanlara veya kulak arkası edenlere “DESTEKİNE FİLİNGOÇ” derdi. Naniye halanın bu ve buna benzer birçok kelimesi, sözlüklerimizde yer almasa da fiiliyatında mevcuttu. Bu kelimelerin anlamlarını ihtiva eden bir sözlük henüz bulunamadığından Naniye halanın ne demek istediği bilinmemektedir. Naniye hala yine manası kendince malum kuşdili konuşurdu. Ne söylediğini bir Allah bir de kendi bilirdi.
Türkülerimizde geçen:
Oy başına püşili
Ne lazdır, ne Hemşinli
Anlamasınlar biziz
Konuşalım Kuşdili
Gibi sözcükler olduğuna göre Kuşdili varmış demektir. Bu konuda fazlaca malumat sahibi değilim. Naniye hala bu işin piri idi.
“Sallanır Yıkılmaz” Celal (BALCI) abimizin babaannesi olan Naniye hala Yaylada kimsesi olmayan tek başına yaşayan biriydi. İleri yaşına rağmen tüm ihtiyaçlarını kendisi karşılamak zorundaydı. Adeta iki kat denecek derecede beli bükük olan Naniye hala o haliyle çalıya ve çimene giderdi. Çalıya ve çimene giden herkese karşı gelenler olsa da Naniye halaya karşı gelen olmazdı. Çoğunlukla Rahmetli Annemle birlikte çalıya ve çimene giderdi. Abim ve ben birlikte oynaya oynaya Annemize karşı gittiğimiz zamanlar birimiz Annemizin yükünden, birimizde Naniye halanın yükünden alırdık. Hem Annem Hem de Naniye hala bize dua ederdi. Yaylada Naniye hala ile evlerimiz birbirine çok yakındı. Sadece arada bir küçük ırmak akardı. Bahçeye çıktıklarında Annem ve Naniye hala her ikisi de hem çalışır hem konuşurlardı.
Naniye hala bazen evimize gelir Annemle dertleşirlerdi. Eski günlerini birbirlerine anlatırlardı. Yaşım küçük olmasına rağmen Naniye halanın çekmiş olduğu sıkıntı, yoksulluk ve gariplikleri duydukça çok üzülürdüm. Naniye hala anlattıkça gözleri dolar, hüzünlü bir ortam oluşurdu. Sonunda; sizin de başınızı ağıttım der ve ardından mutlaka ortamı neşelendirecek şeyler söyler, herkesi güldürürdü.
Ahhh o elleri değil ayaklarının altları öpülmeye layık cefakâr, vefakâr çilekeş Annelerimiz, Ninelerimiz. Ben sizi dinlerken o zaman bir ses kaydedici cihazım olsa da sizin benim yanıma birbirinize anlattıklarınızı kaydedebilseydim ve şimdiki gençliğe aktarabilseydim. Ben sizi nasıl yazabilirim ki, ben sizi ne kadar yazabilirim ki.
Çok kıymetli Anneannem Sakine (Balcı). Peynir yaparken koluma taktığın küçük çıklıt’ın kokusu burnumdan, tadı damağımdan hala gitmemiştir. Sana dualar ediyor, Kur’an okuyorum. Biricik Anneciğimin Annesi Mevla’m senin yerini mekânını Cennet etsin İnşallah.
Süleyman (Tütünüm) BALCI’nın eşi olan Sakine BALCI da Yaylacı kadınlardan birisiydi. Havva (Kaim validem), Emine (Anneciğim) ve Hayriye isminde üç kızı, Fazlı, Seyfuddin, Muhammet ve İmdat isminde dört oğlu vardı. Sakine Balcı’nın torunları çok olduğundan mutlaka yardımcısı olurdu. Daha önceleri bir yazımıza konu olan, Yaylada kaybolan ve daha sonra maalesef cesetleri bulunan Yusuf ile Şuayip da Sakine’nin torunlarıydı.
Sakine’nin çalıya ve çimene gidiş zamanlarını ben hatırlamıyorum, çünkü çok yaşlıydı. Çalı ve çimen ihtiyacı gelinleri tarafından karşılanırdı. Abim ile birlikte İkizdere’de Kur’an Kursunda okurken hafta sonu tatillerinde bazen yanına giderdik. O zamanlar rahmetli Babam Velkü (Dereköy) sırt mahalle camiinde İmam hatip olarak görevliydi.
Sakine BALCI çevresinde sevilen birisiydi. Evinden misafir hiç eksik olmazdı. Çok hoş sohbet ederdi. Çok duygusaldı, sık sık ağlardı. Özellikle İstanbul ilinde gurbette olan çocukları anarken Mutlaka ağlardı. İmdat’im, Muhammed’im derdi. Kızlarına ayrı bir düşkünlüğü vardı. İsterdi ki çocukları hep yanında olsun, hiçbir yere gitmesinler. Bu durumu çocuklarına da sirayet etmiş olacak ki Rahmetli Anneciğim de öyle idi. Gelene çok sevinir, ancak gidenin arkasından mutlaka ağlardı. Gidenin ardından Foli’ye kadar mutlaka gelir, giden kişi cedakları aşıncaya kadar ardından bakar ve gözyaşı dökerdi.
Sakine BALCI herkesle arkadaşlık ederdi. En yakın komşu ve en iyi arkadaşları Vaidenin Hüseyin’in eşi Elmas, Katalana Aslan’ın eşi Resmigül ve Davut’un eşi Resmigül dü. Çok güzel ve lezzetli Hoşmeri yapardı. Çok güzel de baklava yapardı. Oğlu İmdat BALCI özellikle Ramazanlarda eşine; bana Anamun baklavasından yapar mısın der ve yengemden baklava yapmasını isterdi. Zaman zaman bizimle de kalan Aneannem “ Beni Fezlime (Fazlı) götürün, beni Fezlime (Fazlı) götürün” diye söylerdi. Son zamanlarını ağır hastalıklarla geçiren Anneannem Yaylada vefat etmiş olup, köyde Afunya denen yerde eşi Süleyman BALCI’nın yanına defnedilmiştir.
Burada Anneannemle birlikte yaşamış olduğum bir anımı paylaşmak isterim. Abim ile birlikte İkizdere’ de Kur’an kursunda okuduğumuz bir yaz, Seyfeddin dayımın oğlu Abdullah da Kurs’ta idi. Bir hafta sonu hep birlikte Yaylaya gitmeye karar verdik.
Her Cuma İkindi namazına müteakip Yaylaya araba giderdi. O zamanlar minibüs yoktu. Kamyonlar vardı. Kamyonlar da sayı ilen birkaç tane idi. Hoças’ın İlyas’ın kamyonu, Şefki’nın kamyonu, (Deli) Maksut ’un (iki yüzlük) Doçu, daha sonraları Eski Muhtarımız Hanefi abının şitai’sı ve kısa bir dönem (Kambur) Mutafa amcanın BMC sı vardı. Abdullah, abim Hasan ve ben Hoças’ın İlyas’ın kamyonuna binerek Yaylaya gittik. Adam başı iki buçuk lira olan ücreti abim ödedi. Zaten bende ne gezer metelik. “Cep delik, cepken delik ceplerde yok metelik" O zamanların meşhur sözlerindendir.
İkizdere’den Yaylaya kadar sürekli olarak rampa yukarı çıkmakta olan kamyon Kafkame (Gündoğdu Mahallesi) den geçerek, İstainer’den de bir grup insanı daha alarak tırmanmaya devam ediyordu. Kamyon kasasında şu an ki Metro veya Metrobüs’lerin yoğun saatlerinde olduğu gibi insanlar iç içe, tıkış tıkış bir şekilde, boyu kısa olanların nefes almakta bile zorlandığı oldukça meşakkatli bir yolculuk. İnsanlar birbirleriyle konuşuyor, kimi alçak sesle, kimi bağırarak, kimi argo kelimelerle adeta her kafadan bir ses çıkıyor. Çukur ve çamurun bol olduğu yollarda kamyon kasasında bulunanların araç tekerleğinin ritmine uyarak sağa, sola, ileri, geri savrularak el teması olmadan vücutlar tost makinesindeki ekmek misali arada peynirsiz ve sucuk ‘süz olarak yolculuk devam ediyor. Zaten Yaylada insanlar araçtan inmeye başlayınca herkes şoföre; “Tost ettin bizi beee” diyerek sitem ediyor. Hemen hemen şoföre ücretini ödeyen her kişi sitem ettikten sonra, yarı aşikâr yarı gizli kaydırık kuyduruk, anlaşılır anlaşılmaz bir şeyler mırıldanarak yolculuğun vermiş olduğu yorgunlukla evinin yolunu tutuyor.
Bizlerde üç arkadaş insanların arasında el yordamıyla gerekli gardımızı alarak tost olmadan Yaylaya çıktık çok şükür. Yaylada Anneannemin yanında da Fazlı dayımın oğlu Ahmet BALCI vardı. Abdullah ile amca çocukları olan Ahmet Yaylada babaannesine yardımcı olarak İnekleri çobana sürme, ahırı temizleme, sutaşıma, sofra kurup kaldırma gibi hizmetleri görmekteydi. Abim ile aynı yaşlarda olan Ahmet bizim gelmemize daha çok sevinmişti. Çünkü bizi her zaman göremiyordu. Abdullah ile kışın hep birlikte idiler. Biz ise babamın görevi nedeniyle Velkü’de idik. Hem Abdullah ile de pek fazla anlaşamıyorlardı. Çünkü Abdullah çok agresif ve çok aksı biriydi. Normal oyun oynarken bile bir mızıkçılık yapardı. Öz abisi olan Süleyman abi ile de sürekli kavga ederdi. Bazen Agresif oluşu Kur’an Kursunda işimize yarardı, diğer çocuklara karşı bizi korurdu. Çünkü diğer çocuklar Abdullah’tan korkar, bizim de dayıoğlu olduğumuzu bilirlerdi. Yaşça kendisinden bir hayli büyük olanlara bile korkusuzca kafa tutar, gerekirse dalardı. Çok çevik ve sportif bir yapıya sahip olan Abdullah kolay kolay kimseden dayak yemezdi. Dayak yese bile yediği dayağı hiç unutmaz, yeri geldiğinde mutlaka öcünü alırdı.
Yaylada ilk gecemiz sorunsuz bir şekilde geçti. İnekler geldi, sütler sağıldı, ahıdan iş bitti, ev de ise Anneannem hoşmerimizi yaptı, afiyetle yemeğimizi yedik. Yatmak içim Ahmet bizi evin bir bölümü olan hanıççe’ye götürdü. Anneannemin talimatları doğrultusunda Ahmet’in sürekli olarak kullandığı meşhur “Çumah” yatağının yanına ilave ot sererek yatağı dört kişilik hale getirdi. Yan yana yatmamız halinde dört kışıyı örtme imkânı olmayan yorgan nedeniyle diplik[Mh1] başlık olarak yattık. Abimle birlikte Alışkın olmadığımız bir ortam. Ahşap ev, aralıklı tavanlar (Yer döşemesi) alt kattaki inek kardeşler sürekli ses çıkartıyor, ofluyor, pufluyorlar. Kimi çiş yapıyor, kimi kaka yapıyor. Yapılan çiş nedeniyle oluşan buharın, kaka kokusuna karışarak tavandan geçip yattığımız yere ulaşıyor. Bu kokudan payımıza düşeni almama gibi bir tercih şansımız yok. Yorganın altına kafayı soksan, adeta kibrit çaksan alev alacak metan gazı gibi, kimden zuhur ettiği belli olmayan bir garip koku. Bir müddet yorgan çekiştirme, ayak tepiştirmeden sonra uyku galip geldi ve adına dinlenme denirse bir müddet dinlendik.
Sabahleyin kulakları çınlatan, uyuyanları yataktan fırlatan bir ses : “MAAALİİİ SÜÜÜRÜÜÜN PERSOPAYAAA” diye üç kez tekrar edildi. Sonradan sesin amcamız Osman BALCI’ya ait olduğunu öğrendik. Anneannem çoktan kalkmış ve inekleri sağma işini bitirmişti. Sıra Ahmet’ın işine gelmişti. İnekler Baş Çobanın anons ettiği yere götürülecek, sonra birlikte kahvaltı yapılacak, daha sonra ahir temizlenecek.
Hep birlikte kalktık elimizi, yüzümüzü yıkamak için dışarı çıktık. Bugünkü gibi evin içerisinde lavabo yok, su yok. Ağzı burnu yamulmuş simsiyah bir gugum içerisinde önceden, ırmaktan veya oluktan doldurulmuş su ile elimizi yüzümüzü yıkayacağız. Hava güneşli ancak güneş henüz tesirini gösteremediğinden çok soğuk ben çok üşüyorum. Bismillah deyip sol elime aldığım gugum’den sağ elime su dökünce; bende “uuuuu” diye bir ses, aman Allah’ım ben bu soğuk su ile yüzümü nasıl yıkayacağım, elim dondu sanki. Elime döktüğüm suyu derhal yere boşaltarak iki elimi birbirine sürterek adeta yüzümü mesh etmek suretiyle yüzümüzü yıkamış olduk. İnekleri Ahmet’le birlikte anons edilen yaylıma götürdük ve geldik.
Yaylada sabahleyin ilk kalkan kışının yapacağı ilk iş ateşi yakmaktır. Daha önce Yayla evlerinin hal ve vaziyetleri hakkında bilgi vermiştim. O eski evlerden bir kaç tanesi can çekişiyor olsa da halen yaşıyor. İbreti âlem tez zamanda gidip görülmelerini tavsiye ederim. Aslında ben bu evlerin tarihi eser olarak koruma altına alınmalarını arzu ederim. Uyanıklık yapıp ateşin etrafında çöreklenenler, önden ısınıp arkadan üşüse de zaman zaman ateşe doğru arkalarını döndürerek vücutta bir denge kurmaya çalışırlar. Ateşin etrafında yer bulamayıp arkada kalanlar ise sadece dumanından faydalanırlar. Gözlere giren dumanın gözleri rahatsız etmesi sebebiyle kimse yerinde sabit duramaz, sağa sola, öne arkaya doğru duman dansı yaparlar.
Anneanneciğim Ateşte zincire asılı vaziyette içerisindeki suyu kaynatan kara gugum’un suyunu kara çaynığa (demlik) dökerek üzerine bir miktar çay koyup demlenmesi için, çubuk yardımıyla düzlemiş olduğu közlerin üzerine bıraktı. Ahmet; sini vaziyetinde oyulmuş, oturacağı kendisine sabitlenmiş ahşap sofrayı ateşe yakın bir yerde kurmuştu. Sofranın ortasına bir sağan’da (tabak) biraz kaymak karıştırılmış bir miktar minci (ekşimek), birer parça da karabuğday ekmeği koyarak, bir kısmi yandan saplı plastik marşaba, bir kısmi cam bardak olan bardaklara çayımızı doldurdu. Çatal, bıçak ve kaşık olmadan tamamen el marifetiyle batırma usulü bir lokma ekmek, bir yudum çay yemeğimizi yedik.
Yemekten sonra Ahmet ile abim ahır temizliğini, bende evde gerekli temizliği yaptık. Anneannemin vermiş olduğu diğer talimatları da yerine getirerek hep birlikte dışarı çıktık. Abdullah daha önceden tanımakta olduğu arkadaşlarıyla oynamaya gitti. Abim ile benim hiç tanıdığımız olmadığından Ahmet ile birlikte önce foli’ye daha sonra oradan çağran taşın üstüne çıktık. Çağran taşın üstünden göllerde top oynayan arkadaşların yanlarına gittik. Ahmet bizi birçok arkadaşla tanıştırdı. Bir müddet birlikte top oynadık. Karnımızda iyiden iyiye acıkınca eve geldik. Anneannemin yapmış olduğu muhlama ve daha önceden yapılmış olan lahana çorbasıyla aç karnımızı doyurduk. Biz evin etrafında oyun oynarken Anneannem ateşin yanında peynir yapmaya çalışıyordu. Abdullah kendi akranları olan arkadaşları ile takılırken eve bir hayli geç geldi.
Anneannem Abim ile benim koluma yapmış olduğu peynirden birer tane çıklıt yaparak takmıştı. Abdullah abimin kolundaki çıklıtı kapmak için hamle yapınca ben benim çıklıtımı, başına bir hal gelmemesi için hemen yedim. Abim ile Abdullar arasındaki dalaşma bir hayli ilerleyince Abim Anneannemin yanına kaçtı. Çıklıt inadından vaz geçmeyen Abdullah abimin çıklıtını almak üzere peşinden koşarak anneannemin yanında da dalaşmasına devam edince Anneannem Abdullah’a kızarak abimin yanından uzaklaşmasını söyledi. Abdullah; Babaannesinin kendisine kızmasını ve abimin tarafını tutuyor olduğunu düşünerek evin içerisini dağıtmaya ve huzursuzluk çıkarmaya başladı. Abime ve bana cephe alan Abdullah “ Hasooo” “Hasooo” gibi ağzını sağa sola evirerek tuhaf tuhaf hareketler etmeye başladı. Ahmet’in yalvarmaları ve ikna çabaları da sonuçsuz kalınca Anneannem kollarını dua eder vaziyette iki yana açarak bağırmaya başlayınca Abdullah iyice zıvanadan çıktı. Zaman Akşam ezanı zamanı olmasına rağmen Abdullah evi terk etti. Daha önceden Yusuf ile Şuayip’in acısını yemiş olan Anneannem, ya başına bir şey gelirse diye korkmaya başladı. Yan tarafta komşusu olan Katalan’dan Aslan amcanın eşi Resmigül halaya durumu anlatarak yardım istedi. Resmigül hala iki oğlu olan Ekrem ve Ruşen abiyi Abdullah’ı bulup getirmeleri için görevlendirdi.
Abdullah’ı yakalamak öyle kolay olmadı. Bağrışmalar ve çağrışmalar neticesinde nerdeyse tüm Yayla ayağa kalktı. Abim ile ben Yaylaya geldiğimize ve geleceğimize bin pişman olmuştuk. Huzurumuz kaçmış, Moralımız bozulmuştu. Ahmet’de Abdullah’ı yakalamak için koşuşturuyordu. Biz abimle ne yapacağımızı bilmez bir vazıyette evin bir bucağına buzulmuş oturuyorduk. Geç vakitlere kadar devam eden kovalamaca neticesinde Ruşen abi Abdullah’ı Yaylanın aşağısında evlerin bitiş kısmından köy istikametine doğru koşarken yakaladı. Zapt etmesi bir hayli zor olan Abdullh’ı birkaç kişinin daha yetişmesiyle zapturapt altına aldılar. Yanımıza gelip bize zarar vermesinden endişe ettiğimiz Abdullah’ı Ruşen abı bir şekilde ikna ederek kendi evlerine götürdü. Bizde rahat bir nefes almış olduk. Ertesi sabah bizi köye giden ilk arabaya koydular ve bu maceradan yara almadan kurtulmuş olduk.
Kursta beraber okuduğumuz Abdullah ile Pazartesi günü nasıl karşılaşacağımızın hesaplarını yaparken. Abdullah’ın Kursa gelmemesi için Dua ediyorduk. Ancak Pazartesi günü Abdullah geldi. Bir sınıf içerisinde köşelere dizili sıralarda oturup dersimizi yapıyorduk. Herkes sıra ile Pakorom (Cevizli)’lu Hızır hocadan dersimizi aldık. Biz Abdullh’ın değil yüzüne tarafına dahi bakmıyorduk. Öğlen yemeği için çekinerek yemek haneye gittik ve yemek almak için sıraya girdik. Yemekten sonra Abdullah sanki hiçbir şey olmamış gibi yanımıza gelerek bizimle konuşmaya başladı. Sanki Yayladaki Abdullah bu Abdullah değilmiş gibi, Yaylada yaşananlar Yaylada kaldı. Zaten yaz tatilinde, okullar başlayıncaya kadar okuduğumuz Kur’an kursunda Kurs bitimine kadar Abdullah ile aramızda hiçbir problem yaşanmadı. Daha sonraki yıllarda Abdullah ile bizim evde, yanı Velküde uzun zaman birlikte kaldık. Velküde Babamdan ders alıyorduk. Abdullah ile Velküde çok güzel günlerimiz oldu.
Yaylada çok güzel horon eden, çok güzel haykıran, çok güzel anı anlatan kadınlar vardı. Çok güzel hoşmeri yapan, çok güzel muhlama yapan, çok güzel baklava yapan kadınlar vardı. Kundaktaki bebeği evdeki küçücük çocuğa bırakarak çağıran kaya üstüne horona gidenler olurdu. Yayla içerisinde her hangi bir evden kemençe sesi duyulunca yediden yetmiş yediye bütün meraklıları oraya koşuştururdu. Erkeklerin pek fazla girme imkânı bulamadığı bu evlere bazı hatırı sayılır veya içerde irtibatı bulunan erkekler girerdi. Horonun yeri, mekânı ve zamanı yoktu. Her zaman, her yerde ve her fırsatta horon yapılırdı.
Evlerde yapılan gece oturmalarında eskilerden ve güncel olaylardan konuşulurdu. Buralarda dedikodunun haddi ve hesabi belli olmayacak bir şekilde bazen had ve hudut aşılırdı. Onun kızı, bunun gelini, onun oğlu bunun torunu hiç fark etmezdi. Onun ineği, bunun öküzü, onun buzavi, bunun danası, onun sığırı, bunun sıpası, onun peteği, bunun çıpası, aklınıza gelen her şey bu dedikoduların ana konularını oluşturmaktaydı. Hatta ve hatta yüke gidenlerin yükleri, yağ ve peynirlerin külekleri, ineklerin zayıflığı veya tavlı ’lığı dahil olmak üzere her şey bu dedikoduların konusu olurdu.
Bu dedikodulara müdahil olamayanlar olduğu gibi, bazen kökünden red edenlerde olurdu. Mesela Rahmetli Hacı Memiş amcanın hanımı Vesile hala gıybet edenleri şöyle ikaz ederdi:” Eeey eeey, olaaa suusuuun, olaaa suusuuun gıybet etmeyin, gıybet etmeyin. Günah, günah” derdi. Bazı kadınlar da birisine birisinden bir şey anlatacağı zaman önceden söz alırdı. Şöyle ki: “ Paçı bir şey diyeceğim sana ama kimseye demani”. Karşıdan alacağı teminata göre söyleyeceği söylerdi. Her ne kadar teminat alınsa da ertesi gün hiç umulmadık kişi tarafından aynı şey duyulurdu. Ondan sonra da “ Paçı bunu kimden duydun, bunu sana kim dedi”. Diye söylenirdi. Rasım’ın Hamza’nın eşi Havva teyzeye birisi böle bir şey söylese, yani kimseye demani diye. Havva teyze :” aman aman değilmeyecek şeyi bana deme, ben laf tutamam” derdi.
Oturumlarda yapılan sohbetlerde Cinlerden, Cazılardan da söz edilirdi. Bu Cinler ve Cazılar daha çok çocukları korkutmak için kullanılırdı. Yusuf ve Şuayip gibi birçok kışının Cinler veya cazılar tarafından kaldırıldığı anlatılırdı. Cazılar: Uzun saçlı, ters bacaklı, uzun burunlu, yamuk suratlı, uzun tırnaklı gibi değişik şekillerde anlatılırdı. Cazının sakızı, üzerine görülen bu yaratıklardan ismini almıştır. Cazılar, genellikle Çam ağaçlarında yaşarmış. Cinler ise: En sevdiğin bir yakınının suretine girerek veya sesini benzeterek ismen kişileri çağırarak Yayladan uzaklaştırıp issiz bir yerlere götürürmüş. Cinlerle evlenen kadınlar ve erkekler olurmuş. Cinlerle konuşanlar varmış. Cinler issiz evlerde, issiz yerlerde, ırmaklarda veya değirmenlerde yaşarmış.
Yaylada dumanlı havalarda yön tayin etmek oldukça zordu. Çobanlığa giden çocuklara ineklerin yanlarından ayrılmamaları sıkı sıkıya tembih edilirdi. Eğer duman kapatırsa İnekler, sezileri ile yolunu bulup eve gelirlerdi, dumanlı havalarda hangi ineğin peşine takılırsan seni Yaylaya ulaştırır. Dumanlı havalarda uzaktan gelen seslere kesinlikte kulak asılmaması, kafa karışıklığı yapmadan, sesin kime ait olduğunun belirlenmesi, sesin ait olduğu kişinin o anki konumunun düşünülmesi, o kişinin köyde mi, yoksa yaylada mı olduğu iyice tetkik edildikten sonra temkinli olarak sese yaklaşılması tembihlenirdi.
Değirmenlere yalnız gidilmemesi, değirmen gibi sürekli kullanılmayan issiz yerlerin cinlerin sık sık uğrak yerleri olduğu veya bu gibi yerlerde yaşadıkları söylenirdi. Çalışan değirmenin aniden durması, değirmenin suyunun aniden kesilmesi gibi durumlar cinlerin müdahalelerinden olabileceğinden hemen Euzü besmele çekerek bildiğin dualardan okunması tavsiye edilirdi. Gece kapıya su atılmaması, özellikle damlalara su dökülmemesi söylenirdi. Eğer dışarı su atmak zorunlu ise damlalara dikkat ederek Euzü besmeleyle dökülmesi gerektiği söylenirdi. Akşam ezanından sonra zorunlu olmadıkça dışarı çıkılmaması, çıkılacaksa mutlaka yanına fener veya çıra ışığı alınması, varsa bir arkadaş, arkadaş yoksa tanıdık bildik bir arkadaşa bağırarak, arkadaş varmış gibi yüksek sesle konuşarak gidilmesi söylenirdi.
Ev oturmalarında küllere gömülü Yerelma (patates), ateşin etrafında pişmiş lavuz (mısır), sacda kavrulmuş mısır veya köyden gelen Elma, Armut veya Erik gibi çeşit çeşit meyveler ikram edilirdi. Köyden geleninin olduğu bilinen ve bu gibi ikramlarda bulunmayanların dedikodusu yapılır, pintiliği ve cimriliği konuşulurdu.
Dokuma hizmeti de veren kadınlarımızda tığ ve çağ ile örme yapılırdı. Yün ve kil evirerek iplik elde edilirdi. Elde edilen iplerden kil çorabı, yün çorabı, kazak, yelek, fes gibi giysiler elde edilirdi. Genç kızlar çeyizlerine koymak üzere tığ ile masa örtüsü, terek bezleri, beşik süslemeleri gibi çeşitli şeyler örerlerdi. Mendil kenarı işlemeleri, seccade işlemeleri, pike işlemeleri gibi çeşitli işlemeler yapılırdı.
Bu kadar işleri yapan kadınlar, bu kadar işlemeleri de nasıl yapabilir? Diye bir soru gelebilir akla. İşte bu kadar işlerin yapıldığı yerin adıdır KARADENİZ. Yüke giderken dokuya dokuya giden kadınlardan, ağzı konuşurken dokuyan kadınlara kadar, dur durak bilmeden uykusunu bile yarınki işlerinin planlamasını yapmaya ayıran kadın KARADENİZ kadınıdır. O zamanlar öyle idi. Şimdilerde nasıl olduğunu gidip görmenizi tavsiye ederim. Şimdilerde yaylaya yaya giden, sırtına yük alan, ahır çıkartan, ahpın kazan kaç kadın var bilmiyorum.