Merkez Bankası Döviz Kuru | |||
ALIŞ | SATIŞ | ||
USD | 34,4372 | 34,4992 | |
EURO | 36,3826 | 36,4482 | |
KÖYÜMDEN MANZARALAR
Her karış toprağı şehit kanıyla yoğrulmuş olan bu Cennet vatanın her yeri, her yöresi ayrı bir güzelliktedir. Bizlere bu cennet vatanı bahş eden ve bizleri bu Cennet vatanda yaşatan ve rızıklandıran yüce Mevla’mıza sonsuz ve nihayetsiz (elfi elfi mia) kere had’u senalar olsun.
Yedi coğrafi bölgeden müteşekkil bu Cennet vatanımızın bir bölgesi olan “KARADENİZ” bölgesinde bulunan on sekiz ilden birisi olan “RİZE” ilinin yüzölçümü bakımından en büyük ilçelerinden birisi olan ve ancak dağlık ve engebeli arazı yapısı, zor geçim şartları nedeniyle yoğun göç veren “İKİZDERE” ilçesinin kırk sekiz köyünden birisi olan “ILICA” köyünü anlatmaya çalışacağız. Doğup büyüdüğüm, suyunu içtiğim ve havasını teneffüs etiğim dede baba yadigârı, gelecek nesillerin üzerimizde emaneti olan bu cennet vatanı koruyup kollamak, tevdi edilen bu emaneti sahibine teslim edebilmek için elden gelen gayretle çalışıp, çabalayarak, geçmişi şimdiki zamanla mukayese etmek, geçmişten ders alıp geleceğe daha bir umutla bakıp daha güzel işler yapılmasına vesile olması arzusuyla kaleme almaya çalışmış olduğum bu yazının tesirini önce kendime, daha sonra siz değerli okurlarım üzerine halk etmesini Rabbimden niyaz ederim.
Geçmişi geleceğe taşımaktaki asıl gayemiz öncelikle geçmişlerimize rahmet okumak, şu anki durumla geçmiş zamanların bir muhasebesini yaparak bir nebze de olsa bir ders çıkarta bilmektir. Sefer bizden, zafer yüce Mevla’mızdandır. Bu vesile ile bir cana dokunabilir ve bir hayır duası alabilirsek kendimizi mutlu addedeceğiz.
Teknolojinin baş döndürücü bir şekilde cereyan ettiği bu zamanda; bir yediğimizi bir daha yemediğimiz, bir giydiğimizi bir daha giymediğimiz, adeta yediğimiz önümüzde, yemediğimiz arkamızda diye tabir edilerek israfın gırla gitti bu zamanda gece karanlığını aydınlatmak için duvar deliklerine sokulan ve tutuşturulmuş “çıra”yı, açlıkların yatıştırılması için yemek zorunda kalınan “lavuz” ekmeğini, kurçılı ve küflü “minci”yi, poposu ve dizleri yamalı pantolonu, el dokuması “kukulata”yı, arkası yamalı kara lastığı, fener ışığında ders çalışmak zorunda olan çocukları anlatmak kolay bir iş olmasa da aklımızın yetti, dilimizin döndüğü kadarıyla, siz değerli okuyucuların hüsnü kabullerine ve engin hoş görüşlerine sığınarak yazmaya çalışacağım inşallah.
Doğup büyüdüğüm yer olması hasebiyle köyümün sosyo ekonomik durumunu, köyümün değerlerini “KÖYÜMDEM MANZARALAR” adı altında gelecek nesillere ve siz değerli okurlarımızın istifadesine sunmaya gayret edeceğiz.
Rize ilinin on bir ilçesi olan; Ardeşen-Çamlıhemşin – Çayeli – Derepazarı – Fındıklı – Güneysu – Hemşin – İyidere – Kalkandere – Pazar ve İKİZDERE ilçelerinden biri olan İkizdere ilçesinin; Ayvalık – Ballıköy – Bayırköy – Başköy – Cevizlik – Çamlikköy – Çataltepe – çiçekli – Çifteköprü – Demirkapı – Dereköy – Diktaş – Eskice – Gölyayla – Güneyce – Gürdere – Güvenköy – Ihlamur – Kama – Meşeköy – Ortaköy – Ruzgarlı – Sıvrıkaya – Şimşirli – Tozköy – Tulumpınar – Yağcılar – Yerelma köylerinden birisi olan “ILICAKÖY”ü deniz seviyesinden Rakım: 1126 olan bir köydür. Eskiden üçyüz haneli olarak büyük bir köy dediğimiz köyümüz şimdilerde yapılan lüks ve muhteşem betonarme yapılarla bir hayli büyükçe bir köydür.
Köyümüzün kadım tarihi Osmanlı İmparatorluğu zamanında Kanunilere ve Yavuz Sultan Selimlere kadar dayandığı tarihi vesikalarda mevcuttur. Osmanlı Padişahlarımızdan Yavuz Sultan Selim Han Hazretlerinin Trabzon da 1491 – 1512 yılları arasında sancakbeyliği sırasında köyümüze geldiği ve köyümüzün en eski camilerinden biri olan Abduun camisinde konakladığı bilinmektedir. Osmanlı döneminde Kuraiseba (İkizdere) van’a karinesinde bulunan ılıcadan bahsedilerek şimdilerde RİDOS termal otel olarak faaliyet gösteren ılıcamızın o zamanlar uyuz, bağırsak hastalıkları gibi bil umum hastalıklara şifa olduğu kaynaklarda geçmektedir.
Ilıca köyümüz; çifteler, Aşeki vane, Büyük cami, Abduun Mahallesi, Muçolar, İstainer, Sırtler, katalan ve papayıne mahallerinden müteşekkil dokuz mahalleden oluşmaktadır. Köyümüzde Çitfeler Camii, imamlar Camii, Büyük Cami, Abduun mahallesi Camii, Sirtler Camii, Katalan Camii ve Papayine mahalle Camii olmak üzere yedi adet cami bulunmakta olup Katalan mahalle Camii harç olmak üzere diğer tüm camilerimiz Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından kadroludur. Şu an Papayine ve katalan Camilerimiz hariç diğer camilerimizde İmam Hatip mevcuttur.
Ilıca köyümüzü geçmişten geleceğe taşırken mümkün olan tüm değerlerimizden tek tek bahsedeceğiz. Köyümüzün mahallelerini, köyümüzün Camilerini, köyümüzün okullarını, Sağlık ocağını, Eski İmamlarımızı, Eski Muhtarlarımızı, köyümüzde yetiştirmekte olduğumuz tamamen organik olan Balımızı, Mısır, Fasulye, Patates, Kabaklarımızın yanı sıra Armut, Elma, Ceviz ve Eriklerimizden de bahsedeceğiz.
Yaşam mücadelesi veren ve halen üç beş tanesi ayakta olan, eski ile yeni arasında bir köprü vazifesi kurmakta olan, anlatılanları görerek müşahede etme imkânı veren eski ahşap evleri görüp incelemenizi tavsiye ederim. Sayıları azalsa da halen faaliyette olan Değirmenlerimizi görüp incelemenizi, Halen ayakta olan okulumuzu, sağlık ocağını ve camilerimizi ziyaret etmenizi tavsiye ederim.
Eski evlerimizin dış çevreleri genellikle taş duvarlardan müteşekkildi. Bir kısmi taş, bir kısmı ahşaptan yapılı olan evler de vardı. Kapı ve pencereleri o zamanın mimarisine uygun olarak adeta muhkem bir kaleyi andırmaktaydı. Çoğunluğu üç kattan oluşan evlerin iki katli olanları da vardı. Üç katlı olan evlerin en alta bulunan giriş katında hayvanların barınmaları için ahır bulunurdu. Ahırın üst kısmında han bağı diye tabir edilen ve ineklerin kışlık yiyeceklerinin stok edildiği yerler, han bağının üstünde ise insanların barınma alanı olan yerlerden oluşurdu. Han bağı olmayan evlerde ise eve en yakın bir mesafede adına; Maran, Paçğa, korop, Nalya denilen, insan ve hayvanların kışlık yiyeceklerini stok edebilecekleri uygun bölümlerden oluşan yapılar vardı. Bazı evlerde “Ğeni", “Çifte" veya çatı katı diye adlandırılan örtü ile oturma yeri arasında yer alan ve stoklama işlemine tabi tutulan eşyaların stoklandığı veya kullanılmayan eşyaların muhafaza edildiği veya değerli eşyaların saklandığı yerler bulunurdu.
Ahırlar beş, on ineğin sığabileceği bir büyüklükteydi. İnekler; yan yana veya ters istikamette olacak şekilde, ahırın durumuna göre “Panfı”lara boyunlarından bağlanırdı. İneklerin önlerinde bulunan duvardan duvara kadar uzanan ve özel olarak yapılmış olan adına “Panfı” denen ağaç, ahırın büyüklüğüne göre beş, altı metre uzunluğunda olan bir ağacın (Genellikle çam ağacı) eşit şekilde ikiye bölünerek her iki taraftan duvara girecek şekilde ahıra yerleştirilirdi. Panfı üzerinde ineklerin birbirlerine yaklaşıp vurmalarını veya önlerine konulan yemeklere saldırmalarını önlemek amacıyla belli bir mesafede olacak şekilde, ineklerin boyunlarında bulunan bağları panfı üzerine “Buğurı” yardımıyla açılan deliklere sıkıca bağlanırdı. Yazları yaylalarda ve Mezralarda geçiren inekler kış boyu bu ahırlarda yaşarlardı. Günde üç kez yemlenen ineklerin süt verenleri sabah ve akşam olmak üzere iki kez sağılırdı. İneklerin cinsine ve bakımına göre beş kilo, on kilo süt veren inekler olurdu. Eski zamanlarda hemen hemen her evde Büyük baş hayvanların yanı sıra küçükbaş havanların da bol olduğu köyümüzde, ben; Kazım’ın koyunları ve Zelkif’in koyunları diye iki büyüğümüzün koyunlarını biliyorum. Bildiğim kadarıyla en son Kazım amcanın koyunları kalmıştı. Şimdilerde ise Büyükbaş hayvanların bile yok denecek kadar az olduğu bu zamanda Yaylalarımız ve Mezralarımızdaki otlaklar Andon’dan veya Çayeli’nden gelen sürü sahipleri tarafından otarılmaktadır.
Ahırlarımızda yeni doğmuş buzakların barınması için bölmeler olurdu. Doğum yapacak olan hamile inekler titizlikle takıp edilerek özel olarak besiye alınırdı. Doğum yapacak olan inekler sık sık kontrol edilerek doğumu başlamış olan ineklere bir veteriner maharetiyle ustaca yardımcı olunurdu. Yeni doğmuş olan Buzaklar bir çul veya çaput marifetiyle iyice kurulanırdı. Doğum yapan ineğin doğundan sonra gelen ve adına “Eş” denen sakatatları inek tarafından yenilmemesi için azami özen gösterilir, nöbetler tutulurdu. Doğum yapmış olan ineğin sütü sağıldıktan sonra yavrusu ile birleştirilir, kalan sütü emmesi sağlanırdı. Çoğu kişiler yavruların annelerini emmelerini alışmamaları için yavruyu annesinin altına vermezlerdi. Anneden sağılan süt bir kap içerisine konularak el marifetiyle, bir parmak buzağın ağzına konularak buzağın ağzı sütün içerisine sokulur ve aynen bir bebeğin biberondan süt içmesi gibi buzak da ağzına konulan parmağı emerek kap içerisindeki sütü afiyetle mideye indirirdi. Es kaza süt içiren kışının parmağı buzak’ın ağzından çıkarsa buzak huysuzlanır sağa sola kafa sallayarak bazen sütün yere dönülmesine vesile olurdu. On, on beş gün süre ile bu şekilde süt ile beslenen Buzak, bu süreden sonra sütünün içerisine ekmek doğranarak, küspe, kepek gibi yemler eklenerek devam ederdi. Yaklaşık olarak yirmi – yirmi beş veya bir aylık olan buzaklar yavaş yavaş başta güz çimeni olmak üzere ot yemeye başlardı. İyice ot yemeye başlayan buzaklar ise sütten kesilir, özel bölmelerinde diğer ineklerin saldırılarına maruz kalmadan önlerine konak yiyeceklerle beslenirlerdi.
Bayramdan bayrama evlerinde et gören ve belki onu dahi göremeyen çocuklar, ahırda gelişen bu doğun hadisesine çok sevinirlerdi. Yaklaşık bir, bir buçuk aylık olan Buzaklar kesilerek evdekiler birkaç gün kendilerine ziyafet çekerlerdi. Buzak kesme hadisesi hoş karşılanmasa da, evdeki nüfus kalabalığı ile ahırdaki nüfus kalabalığı göz önünde bulundurularak ebeveynler tarafından alınan ortak karar neticesinde buna karar verilirdi. Bazen Buzak kesme hadisesi ebeveynler arasında sert tartışmalara neden olurdu.
Genellikle bir insan boyundan alçak olan ahırlarda, hele hele uzun boylu insanların dik olarak kafayı vurmadan dolaşmaları mümkün değildi. Ahırın orta kısmında bulunan ve adına “salma kırışı” denen kırış’e vurulan kafalarda oluşan şişlikler, “Murzı”ler eksik olmazdı. Ahırın tabanı; uzun ömürlü olması nedeniyle kızılağaçtan biçilmiş olan tahtalarla döşenirdi. Tahtaların üzerine, hem sıcak olması ve hem de rahat olası nedeniyle güzün, yaprak dökümünde “Çiten”lerle toplanıp stok edilen “hezeller ”serilirdi. Her sabah bu hezeller çam dallarının üç kısımlarından elde edilen süpürgeler, “virka”, kürek ve “gelberi” gibi aletlerle temizlenerek yenileri ile değiştirilirdi. Her gün temizlenerek ahırlardan elde edilen bu malzeme evin dışında, ahirin ön kısmında biriktirilerek organik gübre elde edilirdi. Elde edilen bu organik gübre mısır, patates, kabak gibi sebzelerin yetiştirilmesinde kullanılırdı. Bu gübreler, verimi artırması nedeniyle meyvelerin diplerine de konurdu.
İneklerin semiz olmaları ve bol su içmeleri için bol bol tuz verilirdi. Bu nedenle ahırlarda özel tuzluklar bulunurdu. Genellikle kalın, öğütülmemiş kaya tuzu kullanılırdı. Hem yemeklerde de kullanılan bu tuzdan evin ve ahırın nüfusuna göre her yıl 50 – 100 kg. tuz alınır stok edilirdi. Sık sık kullandığımız “stok” kelimesi için şu açıklamayı yapma zaruretini hissediyorum. Stokçuluk; her hangi bir şeyin sonradan değer kazanıp, yüksek fiyatta satılmasını sağlamak amacıyla yapılan depolama işi değildir. Bizim bahsetmiş olduğumuz söz konusu stok; evde yaşayan insanlar ile ahırda yaşayan hayvanların bir yıl boyunca rahat bir hayat yaşamalarını sağlamak amacıyla önceden yapmış oldukları tedariklerin tamamıdır.
Çoğu ahırlarda pencere mevcut değildir. Kapılar ise camsızdı. Ahır ile han bağı arasında irtibatı sağlamak amacıyla bir kapak vardı. Kışın soğuğunda ahır kapılarını uzun süreli açık tutmamak ve inekleri üşütmemek için yiyecek ve hezeller bu kapaktan ahıra dökülürdü. Kışın fazlaca kar kürememek için bu kapaktan merdiven yardımıyla ahırlara inilirdi. Rüzgâr girmemesi için ahır Kapıları çul, çaput gibi şeylerle iyice tıkanırdı. Hayvanların nefesleriyle ısınan ahırlarda kapı çok kısa aralıklarla açılır, lüzumsuz ise hiç açılmazdı. Kış boyu ahırlarda bağlı kalan inekler önlerindeki yiyecekleri tükettikten sonra genellikle yatarak geviş getirilerdi. Üç öğün muntazam bir şekilde beslenen hayvanlar acıkınca veya yanlarına zamanından geç bir vakitte gidince yüksek sesle, var güçleri ile bağırır sahiplerini ikaz ederlerdi. Etinden ve sütünden faydalanılan dilsiz hayvanları ahıra bağlayıp aç, susuz bırakmak doğru olmaz tabii.
Zaman zaman hakaret varı olarak bir birlerimize hitap ettiğimiz “Buzav, öküz, mal, sığır, inek” gibi hitapları inekler açısından değerlendirip düşündüğümde, İneklerin: Be hey insan! Etin yenilmez, gönün giyilmez. Etin benden, sütün benden, kaymağın benden, yağın benden, yoğurdun benden, mincin benden, peynirin benden, Başına çaldığın kemik tarağın benden, yukarıya durmasını istediğin pantolonunu tutan kemerin benden, ayağına giydiğin ayakkabın benden, omuzunda taşıdığın çantan, paranı koyduğun cüzdan benden diye nida ettiklerini duyar gibi oluyorum. Kulluk vazifesini yerine getirmeyip, yediği nimetin şükrünü eda edemeden, nankörlük edenlerin Kur’an-ı Kerimdeki “Nebe” süresinin son ayetindeki nidalarını hatırlayarak kendi şahsıma endişe duyanlardanım.
Maşallah, Mosralı, Gelincik, Zeytina, Çiçekli, Aydoğan, Çevreli, Dilber, kınalı gibi çeşitli isimlerle isimlendirilen hayvanlar isimlerine duyarlı olarak çağrıldıklarında tepki vermektedirler. İlmen bilinmektedir ki hayvanların akılları vardır, ancak fikir yürütemezler. Bazı hayvanlar ise verilen eğitimler sayesinde fikirler de yürütebilmektedirler. Haberci güvercinler ile esrarı veya silahı eliyle koymuş gibi bulan köpekler bunun en barız örneklerindendir.
Yaylalarda ve mezralarda “hoper” ve “çindak”larla yaylımda gezip dolaşan hayvanlar, kışın hoper ve çindakları çıkartılıp bir dahaki yaza kadar ahırın uygun bir yerinde çivilere asılarak saklanırdı. Evlerde dahi olmayan su inekler için her öğlen yemeklerinde evlerin kapılarında akmakta olan oluklardan kazan veya teneke yardımıyla ahırlara taşınır ve ineklerin su ihtiyacı karşılanırdı. İneklerin yemiş oldukları tuz ve otun vücutlarına vermiş olduğu hararetin miktarına göre bazı inek bir kazanla iktifa ederken bazı hayvanlar bir buçuk, iki kazan su içerdi. Çok su içmek, çok su taşımak, çok su taşımak ise çok yorulmak demekti. Şimdilerde her evin mutfağında, banyosunda, lavabosunda, tuvaletinde ve ahırında şarıl şarıl sular akarken o zamanların sutaşıma işinin ızdırabını anlamanın ne kadar mümkün olabileceğini takdirlerinize havale ediyorum.
Hatırlayıp yazamadığım ahırlardan, gübre taşıma va “ahbın” kazma işlemlerine geçmeden önce evin her bir bölmesinde icra edilen iş ve işlemlerden bahsetmek isterim. Han bağı ahıra da yakınlığı nedeniyle genellikle ineklerin yiyecekleri olan çayır otu, sufan, yaprak ve lavuz otu gibi yiyeceklerle, ineklerin altlarına serilmekte olan “hezellerin” depolandığı yerdir. Han bağının büyüklüğüne göre zaman zaman odun konulan yer, buzlanmaktan korunmak amacıyla otlara sarılıp saklanan patates, kabak gibi yiyeceklerin saklandığı yerdi. Han bağının bir bölümüne de alet edevat ve kullanılmayan malzemeler konurdu. İhtiyaca cevap veremeyecek şekilde küçük olan han bağları için alternatif olarak çatı arası veya evin etrafında uygun olan yerlere, maran yapılırdı. Han bağlarının taban kısmı genellikle yağlı çamurla kaplanarak ahırların sıcaklıklarının korunması sağlanırdı. Ayrıca han bağları çocukların oyun oynarken veya bir kabahat işlerken saklanmaya en müsait olan yerlerdendi.
Bir sonraki yazımızda ev katı ve çatı katında buluşmak dileğiyle….